ilkincidüşüm|Öyküler

10 Mayıs 2010 Pazartesi

*KASIMDA GÜNEŞ

Hüzünlü bir şarkıya uzun bir taksim geçiyordu sonbahar. Kasımpatı ve ayva çiçekleri hınzır gülüyorlardı. Hava kasımın ağırlını taşıyordu üzerinde. Kasımın ayrı bir ağırlığı olduğunu düşünüyordu diğerlerine göre. Kendisine de hep ağır ve efendi diyorlardı ya belki de kendisiyle özdeşleştiriyordu. Böyle algılanmanın aslında kendisine zarar verdiğini düşünmeye başlıyordu artık. Hafiflik istiyordu insanlar, o da onda yoktu. Kasımın ayrı bir yeri vardı hayatında. Kasımda açmıştı dünyaya gözlerini. Kişiselleştirmişti kafasında onu; sanki canlı bir varlıktı. Adı geçince ayaz, kış, kurumuş yapraklar, bulutlar ve yağmurdan fazlası geliyordu aklına. Bunların tümünü birleştirdiğinde kasım olmuyordu.

Ellerini arkada birbirine bağlamış, karşıya odaklanmıştı. Doğanın resmi büyüleyiciydi. “Kim ne düşünürse düşünsün kış da güzel, ve doğanın diyalektiği”. Cama düşen kirli damlalar dikkatini dağıtmıyordu. Big brother her şeyi gözlüyorsa eğer, kesin yakalanmıştı düşünceleri. Öyle ki birisi bakışlarını karşıdan görse ürkerdi. Kendinden menkul, ufak cinnetler yaşıyordu içinde. Pencerenin önünde duran çayının soğuduğunu dahi hissetmedi, ki çayı çok severdi. Yıllar önce bulunduğu köydeydi aklı. Çalışıp didindiği, didinirken yıprandığı; tahta boyadığı, kilit değiştirdiği, macun çektiği, baca temizlediği köydeydi aklı. Bir tek Türkçe sözcük öğretebilmek için gösterdiği çabayı anımsadı.. Bize hep düşman belletilen, ama aynı türküleri söylediğimiz, büyüsün diye gözümüzü buğdaya aynı diktiğimiz, aynı acıları yaşadığımız komşu köyler, komşu topraklar, komşu sevgililer. İlk kez bu kadar yaklaşmıştı komşu evlere ve köylere. Oysa buğday değil, mayın yetiştiriliyordu artık tarlalarda; komşuluk değil, düşmanlık üretiliyordu. Tavuklarımız birbirine karışmıyordu artık, kız alıp vermiyorduk. Ve sevginin yolu pasaporttan geçiyordu.

Gözleri yalnızlaştığında okulun camından seyre dalardı sınırları. Bakışını köye çevirdiğinde bazen sadece hindileri görürdü. Okuduğu yıllardan arta kalanlar ironik gelirdi; mayınlar ve hindiler. Bir de köy çeşmesinden el arabalarıyla su taşıyan kızları görürdü. Yüzü olmayan kızları, herhangi bir aşkın hep ikinci tarafı olan kızları, yüzüğü olan ama yüzü görünmeyen kızları. Su kadar akışkandı hayatları, dertli ellerinden kayardı. Sevgilerini nasıl yaşadıklarını kimse bilmezdi. Sonra kendine çeviriyordu eleştirilerini. Bir de kendi haline bakıyordu, çıkıp kendi içinden, bir yabancı gibi yandan bakıyordu. Öyle acınası görüyordu ki kendini çoğu zaman, büyük konuşmanın cezasını mı ödüyordu acaba? Büyük konuşmayı seviyordu. Ama ukalalıktan değil, ancak böyle sınırlıyordu davranışlarını. Hindili köyün çocuk düşlerini sınırladığı gibi. Yitmeye namzet bir gençlikte yalnızca şiirle avunacağı yılları yaşayacaktı anlaşılan. Şiir de en acılı zamanlarda yüceleşmez miydi? En güzel şiirler mahpuslarda yazılmamış mıydı?

“Hocam” hitabıyla kendine geldi, arkasını döndüğünde üç öğrencisi gösterişli bir defter uzattı çekingen elleriyle, yüzlerinde mahcup ifade ve güzel gülümsemeleriyle. Hınzır diyebileceği öğrencilerdi aslında, ama sınıf dışında daha bir masum oluyorlardı. Unutturuyordu çocuklukları gençliklerini.

Defteri koltuğunun altına alıp, cama döndü yüzünü. Köyün yaşattıklarından çıkmış, şehrin ortasındaki yere gelmişti algıları. Uğultulu şehirde, camın ardında gri ağaçlar, insanlar-hatta kalabalıklar-, gürültülü otomobiller, kolkola aşıklar, ihtişamlı ve düşkün hayatlar, ucuz kültür kokan sokaklar var. Ne de çabuk geçiyor zaman, ve ne çabuk tüketiyor?

Resmî ağaçların dalları, sararmış yaprakları taşımaktan zevk alıyor mudur acaba? Ne kadar çok şey öğretildi insana: “Yeşermek iyidir, kurumak kötü, yaz iyidir, kış kötü, ısınmak iyidir, üşümek kötü, ilkbahar sonbahardan, ilk olan son olandan iyidir”. Güzel olan hep güzel, çirkin olan hep çirkin değildi işte, birbirini doğuruyordu iyi ve kötü, güzel ve çirkin. Yapraklar sararmıştı, ama sarı değildi ezelden. Ve yalnızca uclarının sarardığına dikkat etti. İnsanlar gibi, dış kısımları sarı-hatta kahverengi-, içte kalan kısımlarda “bir umut” yine de… Bir kez ışığı görmesi yetecek, bir kez ışık… Tekrar “merhaba” diyecek. Evlere yöneltti bakışını sonra. Her pencerede ayrı bir hayat, ayrı ömürler. Her ev hayata kapanan bir balkondu. Sanki her ev bir fırtınayı bekliyordu ve aniden patlayacaktı. Savrulacaktı camlar, hayatlar gibi.

Bazen ayrı düştüklerini, farklı düşüncelere savrulduklarını görüyordu. Her gözde farklı dünyalar, farklı sevgiler, farklı öfkeler. Her birini anlamak, her biriyle uyuşmak, ama kendini değiştirmeden… Zorluğu buradaydı işinin. Hep anlayan, hep veren, hep dinleyen. Oysa daha kendisi uyuşmuyordu ki toplumla… Toplumla uyuşmadan nasıl uyuşabilirdi onlarla? Onlar da bir parçası değil miydi bu bütünün? “Anda yan yana durduklarınla, aynı olmamanın sancıları olur elbet. Ülkeyi, emeği, sevgiyi ve geçmişi öğretmek, ülkeyle, emekle, sevgiyle, geçmişle öğretmek. Tahir’in Zühre’ye ve bilime aşkını, İnce Memed’in dağ sırtlarında çapraz tüfek duruşunu, Karayılan’ın Fransız’a attığı kurşunu, Bedrettin’in sürgün düşlerini, Cem Sultan’ın kardeşliğini, Horasanlı’nın isyanını, Luther’de çırpınışın çıplaklığını, Galile’nin bilimsel inadını ve özgür düşünceyi öğretirken yitmek de var. Yaşanmış masalları yaşatırken büyük gemiler gibi batmak.

Akşam en sona bıraktı deftere bakma işini, çünkü merak ediyordu. Yatmadan önce beş on sayfa bir şeyler okumak en büyük zevklerinden biriydi. O gün kitap okuma zamanını, defterde yazılanları okumaya ayırdı. Hem de aynı tümceyi defalarca okuyarak. İlk kez dolu dolu içine çekti bir yazıyı. İlk ağızdan, ilk mahcubiyetten, ilk cesaretten, ilk ve kirlenmemişleri. Yazılanlardan-kazılanlardan- anladı ki, onlar kadar güzel gözlerle bakmıyordu hiç kimse. Bütünün içinde olup da kirlenmemek nasıl olurdu ki? Doldurdu beyninin hücrelerini okuduklarıyla. Daha binlercesine taşıyacaktı biriktirdiklerini. Tiyatrocusuna, sporcusuna, öğretmenine, yazarına, çizerine, ama suskununa da, tedirginine de, taşıyacaktı beslendiklerini. Birinden aldığını bir diğerine taşıyacaktı.

Güç istiyordu hayat çoğu zaman. Oysa şehir ve kalabalık boğuyordu düşüncelerini. Her kavgadan yorgun dönüyordu, yine de kavgaya dönüyordu ayakları. Zorlama diyorlardı, değiştiremezsin; konuşma diyorlardı, dinletemezsin; sırtlanma diyorlardı, taşıyamazsın. Oysa sabah olduğunda, yıldızların bahçesine girdiğinde o da parlıyordu yeniden. Anka kuşu gibi doğuruyordu varlığını sabah, umudunu yeşertiyordu güneşe dik bakan ayçiçekleri gibi.

“Bahçede bir avuç çocuk… En çocukların daha parlaktı gözleri. Gülsüm dediler, güldükleri şiirli güldürülere. Güzel duygularla oluşturmuşlardı arkadaşlıklarını. İçlerinden ne geliyorsa öyle söylediler söylencelerini. “Sus” değil “konuş”tu sevginin ön şartı. Mesut ilkokul şiirlerindeki saflığa hep yakın durdular. “Ne mutlu bahçeliyim diyene” dediler, güneşler bahçesinde. Yan bahçedekiler de uyandı güzel kahkahalarından. Bahçeye döktükleri kırıntıları derin izler bıraktı hayata. Kurtardılar zamanı kısır döngüsünden, çevirdiler insana. Hep uzun yazamayız dediler, ama uzundu içlerinden geçenler. Uzun bir demiryolu hattının vuslata ulaşması gibi ümitleri tatlı sonuçlara bağladılar”.

Defterde yazılanları tekrar tekrar okuduğunda hazır ol vaziyetteydi zihninde düşünceler. Berhava oldu önündeki sis. Gözlerinde çınladı sözler, titretti şakağını… Defteri bıraktı, yatağından doğruldu. Kalemini eline aldığında yazacağı ilk tümce aklındaydı: “Hüzünlü bir şarkıya uzun bir taksim geçiyordu sonbahar”. Gözü yatağın kenarında duran deftere takıldığında son tümcesini de bulmuştu: “Yıprandım evet, ama herkesten fazla değil. Boğulmak da var bazen, yakamozlu denizlerde. Üşümek de var, ısınmak da. Isınmak da güzel kasımda doğan güneşle”.


foto:m.korkmaz