ilkincidüşüm|Öyküler

10 Mayıs 2010 Pazartesi

*UÇURUM

Çağa ayak uydurmayan (uyduramayan değil!) ve hiçbir zaman baş olmayacak insanlar, içlerinde ve sırtlarında bir uçurumla gezerler gri kalabalıklarda. Uçurumu içinde yüklenmiş, uyumsuz görülen insanlar bir baltaya ve saplantıya sap olmayacaktır. Ama saplantılıdır düşünceleri, ararlar hep aynı şeyleri. Yüklemi anlamlandırılamayan, anlaşılmayan insanlar -ki bazılarına göre deliler-, elinin tersiyle itilmelidir. Toplum ve mitoloji düşmanıdır onlar. Oda soğukluğunda saklanmalı, tekzip ve ikna edilmeli, çoluk-çocuktan uzak tutulmalıdır. Ahmed Arif diyordu ya “Buyruk kesindi / Gayrı gözlerini kör sürüngenler / Yüreğini leş kargaları yesindi”.
Sökülür hayat, sökülür düşlerim, sökülür öfkem. Tüm hayatını, ait olmadığın bir dünyada geçirmeyi düşünmek oldukça sıkıntılı bir düşünce. Çekip gitmek geliyor bazen içimden, korkuyu beklemek yerine beyaz mantomu giyerek. Boğaz kıyısında rakı ve balık benim değil, çocuk parklarında gıcırdayan salıncaklar, geceden sabaha hesapsız çevrilen oyunlar, bebek kokusu benim değil. Sarhoş barlarda söylenen türküler, ayışığı, yakamoz ve ılık rüzgâr bana değil. Benim değil, ellerinden sökülmüş bir hayat ve bilgeler yapmıyor uçurumdan sarkmış bir kafirin yapı-sökümünü.

Birbirine sırt dönmüş, aslında kendisine dönmüş iki yamacın kıyısında duygulanır paçavradan bir bayrak. Bekleyen bir gururun simgesidir artık. Uçurum denince hep iki varlık gelir ya insanın aklına; uçurum hep ikidir aslında. Tercih ve zorunluluk, başlangıç ve son, düşmek ve umut, heyecan ve korku, geri dönüş ve hesaplaşma. Peki ya gururun karşısında hangi seçenek vardır? Diple gök arasında, arzla ufuk arasında, öyle bir uçurum ki söyletir lâl korkuları. Nietzsche’nin aklını, Şeyh Bedrettin’in hakikatini, Dante’nin araf’ını konuşturur. Cahit Sıtkı Tarancı’nın 35’inde, Nilgün Marmara’nın 29’unda, Sylvia Plath’ın 30’unda düştüğü büyük çukurdur. Yitiren ve yaratan çukur. Uçurum ki insanı ve toplumu tercihe zorlar. Böyle zamanlar doğurur varoluşu, arzuyu, hakikati, ölümü, doğumu, çığlığı, yazıyı ve şiiri. Devinim ve devrimler, bir yarılma sonrası oluşmaz mı? Şiirler, insanın ikiye asitmetrik ayrılması değil midir?

Yalom’un Nietzsche’yi üstinsanlıktan aforoz ederek insanlaştırdığı “Nietzsche Ağladığında” romanında, o daimi yalnız adam, stresinin ve baş ağrısının sona ermesi için yapılacak tedaviyi reddediyordu. Çünkü bunlar, onu kendisine, hakikate ve yazmaya götürüyordu. Doğum sancısıydı baş ağrısı. Bir kırılma noktasının üstündeysem kendi içimde, otururum uçurumun başına, hezeyanlarım çığlığa döner. Tuttursam (birleştirsem) hayal kırıklarımı birbirine kaç uçurum çıkar, bilinmez. Birçok kez yardan geçtim. Üzüldüğümde bazen sahile gitme arzusu doğdu içimde. Bu satırlar hatırlattı sahilin niçin rahatlattığını? Denizin kıyısı da bir uçurumdur. Ve kumdan bir girdapla sudan bir girdap arasında fark vardır. Gitmek ya da kalmak, ağlamak ya da yazmak, boğulmak ya da boğmak, unutmak ya da kaydetmek tarihe…

En tepedeyim, ama en soluksuz ve parantezsiz. Kafasında matkapla açılmış bir delik, yüreğinde tıkanmış bir damar, parmağına dolanmış bir acısı olanlarla sökelim düşlerimizi, öfkelerimizi, sözlerimizi çorap söküğü gibi. Yeter yalnızlığımız, bu dünya bizim değil, ama bizim uçurumların hepsi.

Herman Hesse “Her başlangıç bir büyü gizler, bizi korumayı ve yaşamamıza yardım etmeyi bilen” der. Akılla yürek, beyinle dil, değerle kabul arasında kalanlar; Dünya’nın tüm uçurumlarındakileri birleşin ve yeniden başlayın!
foto:m.korkmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder