ilkincidüşüm|Öyküler

10 Mayıs 2010 Pazartesi

*SESSİZ GEMİLER

Durumun vahametine uygundu diye düşündü hava. Sanki gökyüzündeki bütün pus, ciğerlerinden boşalmıştı yukarıya. Tek tük yağmur damlası düşüyordu üzerine. Uğultunun içinde hiçbir ses ayırdedilemiyordu. Gemiler sessiz, insanlar sessiz, otomobiller sessiz, yalnızca uğultu vardı koskoca şehirde. Paltosunun grisiyle Nuri Bilge Ceylan’ın herhangi bir filminden çıkmış yitik bir insan görüntüsü veriyordu. Bilinçli yapıyordu bunu. Sinema filmleri ve romanlardan etkilendiğini inkâr etmiyordu. Günlerdir hayatında bugün gerçekleştireceği değişikliği tasarlıyordu. Acaba her şeyin hesabını yapmış mıydı, eksik kalan bir şey var mıydı? Mekân olarak her ne kadar boğaz kıyısında olsa da salaş bir aile bahçesini seçmiş, gösterişli olmayan kıyafetler giymiş, saatini koluna takmıştı. Bir tek külleri koyacağı bir kavanoz getirmemişti, boğaza mı savuracaktı arda kalanları? Ah, bu boğazın bir dili olsa da anlatsa boğazını düğümleyenleri, hayat kaynağının nasıl mavi bir ölüme dönüştüğünü. Keşke gri yerine beyaz manto giyseydim diye düşündü bir an, bu düşüncesinden vazgeçmesi çok çabuk oldu. Olayı daha da trajik hale getirmenin bir anlamı olmayacaktı. Hep toplum suçlu olacak değildi ya, “Sen suçlusun” dedi, “Kurtulamazsın”. Acaba sesli mi düşünüyordu bunları söylerken kendine? Düşündükleri bir bulut halesi gibi kafasının üstünde duran çizgi film kahramanlarının çıplaklığı geldi aklına. Yanından geçen insanlara baktı, yüzlerinde herhangi bir tebessüm ifadesi yoktu, gerçi somurtmuyorlardı da, farklı bir anlam ya da anlamsızlık denilebilirdi ancak. Belki de istediği bu insanlar gibi normal olmaktı, mutlu ya da mutsuz değil. Her akşam elinde poşetlerle aynı yoldan evine giderken, salatanın yerli domatesle ne kadar lezzetli olacağını, akşam seyredeceği filmin hangi kanalda çıkacağını, evin durağa ve markete yakın olmasının verdiği memnuniyet duygusunu düşünebilseydi keşke. Kendisi gibi insanlar olmalıydı doğada, her şeyin bir ikincisi olurdu, doğa bu kadar renksiz olamazdı ki. Ya da, az da olsa yaşadıkları güzel şeyler geri gelmeliydi? İkinci bir şans. Yanıtı okuduğu bir romandan buldu: “İyi şeyler çabuk gerçekleşir”. Evet geri gelseydi zamanında olurdu, gelmez artık beklenen. Yalnızlık duygusu sardı yine içini. Nasıl oluyor da bilmem kaç milyarlık dünyada yalnız hissediyordu kendini. Sigara paketi çıkarırcasına hüzünle, cebinden çıkardığı küçük not defterine bir şeyler yazdı: “kalabalıklar içindeyim / ve kimse tutmuyor elimi / neden kanatlarım yok?”

Sürekli saatine bakıyordu, beklediği kişinin dakik olduğunu biliyordu. Randevu zamanına iki dakika kala durağa yanaşan otobüsten inen kadın kendine doğru yürümeye başladığında, kadının güzelliğiyle ilgili kanaatinin bir kez daha hatta son kez doğru olduğunu anladı. Mesafe azalınca, boynundaki kırmızı şalın, güzel yüzünü daha da beyaz yaptığını gördü. Güzeli de sevemiyordu işte. Yine de bir heyecan vardı içinde. Ne garip, ayrılıkta da ilk görüşmedeki gibi heyecan duymak! Aynı şey miydi acaba? Günlerdir bilinçli olarak uzak durduğundan kadın hissetmişti olacakları. Yere bakarak yürümesinden anlamıştı. “Kadınlar sezmesini ve beklemesini bilirler”. “Yine romanlar, yine romanlar. Bu romanlar değil mi sana her gün ılık ılık zehri şırınga eden?” Okuduklarından pişmanlık duyduğu çok oluyordu. “Bir sayfanın bitmesi kadar kesik yaşandı, sayfayı çevirdiniz, bitti her şey”.

Denize yakın bir masaya geçtiler. Garsona “çay” dediler. Adam ellerini birbirine kenetledi, güç almak istiyordu ellerinden. Soğuk bir “nasılsın”a, sadece “iyiyim” dedi kadın, sormadı adamın durumunu. Havanın ne kadar kötü olduğundan bahsettiler.

Çaylar geldi. Adam bu kez ellerini bardağa sardı sıkı sıkıya. Sıcağını alıyordu üstüne. Yutkundu ve anlatmaya başladı. Yine “Sen iyisin, ben kötüyüm”le başladı sözlerine, bundan öncekiler gibi. Kadın “Hayır” dedi, “İyisin sen de, zaten güzellik benim için hiç uzun süreli olmadı, bilmeliydim ve başlamamalıydı yarım, iki iyi bir aşk etmiyor”. Bu konuda aynı düşünmeleri ürkütücüydü, ayrılığın acısını artırıyordu, birbirine benzerlerin ayrılması, siyam ikizleri gibi. İki savaşçı da kendi kendisine yüklüyordu yenilginin suçunu. Kadının pişmanlık içeren karşılığı, adamın sözlerini uzatmasına sebep oldu. Oysa bir anda başlayıp, hiç durmadan ve karşılık beklemeden bitirmeyi planlıyordu.

Durumu daha da zorlaştırmadan bir an önce sonu getirmek isteyen adam gökgürlemesi gibi birden tüm acılarını ceplerinden boşalttı:

“Her öykünün bir öncesi varsa, kelepçelerin var demektir. Atlar senin tarafını tutmaz. Tutar hislerini yenilgilerin, kendi sırtını yere vurduğun yerde. Evet, artık seninle yapamıyorum, ama yine de “birtanem” diye bitiriyorum sözlerimi. Bu da mı suç? Peki ya doğa, doğanın sadeliği ve eli kırbaçlı efendiliği? Ayrılıklar da zorunluluktur sonuçta. Bırak beni kendi halsizliğime. Mukaddes cilt yoktur, önünde sonunda parçalanır. Hatta ben hiç mukaddes olmadım, parçalanan paçavralarımdı. Unut! Unutmanın da kâğıt üstü bir tarifi yapılır nihayetinde, vardır ki yapılır.

Anladım ki öyküler, öykünmeymiş öncekine. Beyaz olana, çakır olana, nazenin olana. Anladım ki hep ilk kalırmış, sonrası yok. İlkokulda ilk hayal, ilk öpüş, ilk yolculuk bekleyene, ilk yaptığın sakarlık belki. İlkinci yürüdüğün, ilkinci gördüğün güneş, ilk kar, uykusuz gecenin ilki, ilk şemsiyesiz yağmur, gizem, kırmızı ve şarabın ilk sarhoşluğu. Yapamıyordum işte, kahretsin kesilmiyordu nefesim seninle. Şarkıdaki gibi, gemiler hep gizlice geçmeliydi yüreğimden. Açıktan açığa geçtiği zaman olmuyor, boğuluyorum, bitiyor sihir. Gizlice kalkmalı ve sessiz, benden bile habersiz, çiğin yaprağa düşmesi gibi, arının çiçek toplaması gibi, kimse görmeden. Sessiz gemilerin gideceği liman bilinmemeli. Kaptanın seyir defterinde rota değil, dalgaların rengi, martıların simit öğünleri yazılmalı, bir de o şarkının sözleri: ‘Ve ben artık seninle yapamıyorum / Birtanem, elimde değil / İstesem de yapamıyorum.’

İnan, çok istedim kurtulmayı, beni içine çeken bu girdaptan. Psikolog kurtarabilir mi yüzme bilmeyen insanı? Psikolog değil, şarapçı lazım bana. Ağzımız kekre, peltek ve sulu sepken birlikte söveceğimiz bir ayyaş lazım bana. Gocuklarımızda bit, alnımızda kir, ayaklarımız çapraz, birlikte batacağımız bir şarapçı. Celladına tapan günahkarlar gibi, ateşe tapan Mecusiler gibi, yok edicisine daha da sarılmak. Büyük gemilerin batması gibi, daha hızlı ve sessiz. Bir balıkçı bulurdu sabaha bizi, ceplerimdeki güllerden tanırdınız, alıp alıp veremediklerimden. Saçlarım yosun, ellerim kum, gözlerim yakamoz. Ve ben artık seninle yapamıyorum. Affet beni!”

Çay bahçesinden çıkıp, şehrin uğultusuna doğru yürürken adam, kendini hissiz bir cellat gibi hissetti, ağacı kökünden kesen bir hızar, ellerini açmış bir baloncu gibi… Bulutlar hala tek tük atıyordu damlalarını. Oysa geride kalanın gözlerinde öyle bir buğu vardı ki büyük bir fırtınayı haber veriyordu. Adam, kadın ve boğaz kıyısı bir daha buluşmadılar.
ilkgüzün
isa öleli 2008 oldu çünkü her doğum karnında bir ölüm taşır
hüznün anakarasında
Hüseyin Ozan Uyumlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder