ilkincidüşüm|Öyküler

10 Mayıs 2010 Pazartesi

*AŞKLA…

- Çadırkentlilere -

Tedirgin yolculuklar yaşadık. Yolboyu aklımızdaydı geride bıraktıklarımızın yüzleri, fakat geri dönmek hiç geçmedi aklımızdan. Onurlu bir kavgaya girerken hüzün duymamalıydı insan. Hiçbir bayramda yeni kıyafet giydiremediğimiz, karne zamanı bisiklet alamadığımız, döner yediremediğimiz; ama sevgide kusur etmediğimiz çocuklarımızın geleceği için yola düşmüşken; doğruluğu, adaleti, eşitliği ve emeğin kutsallığını yaşatmak için mücadele etmeliydik. Aynı otobüste beş kişiydik, yolun sonunda milyonlar olmaya gidiyorduk. Yolda ara ara birbirimize bakıp güç tazeliyorduk.

Ankara’ya indiğimizde kışa nazaran güzel bir hava karşıladı bizi. Çoğumuz daha önce hiç görmemişti başkenti. Görenler de yalnız hastanelerini görmüştü zaten. Çileli günleri akla getirirdi Ankara. Bu kez de seyreyleyemeden doğrudan çadırkent’e girdik. Buranın havası daha da ılımandı. Siyasi gündem, sıcaklığını buradan almış olmalıydı. Alana ilk girdiğimizde ekmek arası öğün dağıtıyordu arkadaşlar. Yüzlerce kişiye yemek dağıtılıyordu ve hiç kargaşa çıkmıyordu.

Birçok memleketten işçi var burada: Malatya, Adıyaman, Bitlis, Denizli, Manisa, Tokat, Diyarbakır… Hiç yabancılık çekmiyoruz, kâh kolkola üçayak halay çekiyoruz, kâh horon tepiyoruz, kâh iktidara efelenip “Kerimoğlu Zeybeği”ni dinliyoruz. Ziyaretçilerimiz de var. O kadar renkli oluyor ki sohbetler. İlktir aynı dili konuşuyoruz. Öğretmeni, esnafı, üniversite hocası, sendikalısı, partilisi, belediye emekçisi, işsizi, emeklisi, birçok kesimden insan akın akın ziyarete geliyor. Hele öğrenciler… Hiç yalnız bırakmıyorlar bizi, heyecanlarıyla hep güç katıyorlar, kafiyeli ve ritmli zekâ ürünü sloganlarıyla, söyledikleri marşlarla, çektikleri halaylarla hep gözümüzün önündeler. Çadırkentin çiçekleri onlar. Yani burada var olanlar dünyayı var etmek isteyenler, Yılmaz Güney’in sözlerindeki gibi bir arada:

“Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili. Biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık çünkü. Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı. Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk. Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili. Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aradığını aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. Yaşamak ne güzeldir be sevgili. Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek. Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın.”

Mesai çıkışları daha da kalabalık oluyor sokağımız. Panayıra dönüyor ortalık, her çadırdan farklı bir enstrüman sesi yükseliyor: klarnet, darbuka, bağlama, gitar… Bidonlarda yaktığımız odunlar alıyor gecenin karanlığını. Gecemizin gündüzümüzden farkı yok zaten. Şarkılar yine var, komşularımız yine dolaşıyor, dostlarımız yine aramızda, yine horon tepiyoruz, yine “Metris’in Önü”nü söylüyoruz. En çok bu türküden içleniyoruz herhalde.

Çadırlar yan yana hücreler gibi, sırtımızla ısıtırız birbirimizi hücrelerimizde, balyaları taşıdığımız kamburumuzla. Ellerimizle selamlarız yeni keşfettiğimiz dostlarımızı, nereden bilirdik hep yanımızdaymış onlar aslında. Aslında her birimiz üzüm tanesiymişiz yan yana, bir salkımda, nereden bilirdik? Koparsalar daldan salkımı, hep birlikte çürürmüşüz, nereden bilirdik? Bazı arkadaşlarımız eşleri ve çocuklarının fotoğraflarını asmış görüş gününü sabırla bekleyen mahpuslar gibi. Burası bizim evimiz. Kim demiş çadırlarımızın kapısı yok diye. Her çadırın kapısı aynı güzel hayata açılır, “gecelerinde aç yatılmayan dünyaya”…

Günlerdir buradayız. Belki aylarca sürecek kavgamız. Aynı sokakta bekleriz adaleti. Sokağın asıl sahipleri; belediye işçileri, esnaflar, bar emekçileri, büfeciler, otoparkçılar hep hoşgörü gösterdiler bize. Hatta mekânlarını ellerinden aldığımız şarapçılar hoşgörü gösterdiler de duvarlarını ördüğümüz, evinde ışığını yaktığımız, kemiklerini ısıttığımız, yollarda sırtımızda taşıdığımız, tarlamızdan sofralarına ekmek gönderdiğimiz ağababalar hoşgörü göstermediler. Reva mı?

Şimdi kış, şimdi yoksul ağaçların kurak dalları bıçak gibi kesiyor çisentiyi, şimdi tozdan damlalar yapışıyor yüzümüze, şimdi kar çağırıyor serçelerin sessizliği. Olsun…

Aşkla girdiğimiz kavgada “kurtuluş çayımız olsun”…

Hüseyin Ozan Uyumlu
24 Ocak 2010- Ankara

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder