ilkincidüşüm|Öyküler

10 Mayıs 2010 Pazartesi

*“SEN HİÇ MAVİ BİR YANARDAĞ GÖRDÜN MÜ?”

Bu yazı ya da mektup, batmaya yüz tutmuş bir geminin son çare atmasıdır yüklerini sırtından denize, sana…Atmasa batacak…

Çiçek gönderdim sana. Umarım beğenirsin. Kır çiçeklerinin doğallığını mı seversin, güllerin asaletini mi, bilemedim. Hem doğalsın, hem asil. Özgürlükçü bir doğa, dikbaşlı bir asalet. Bunları söylediğime bakma, iyi tanımıyorum seni. Sanki yıllardır gözlerinin içine düşüyorum ama çoğu özelliğini bilmiyorum. Örneğin el yazını görmedim daha. Dikbaşlılığın ve cesaretin gibi dağınık mı, saçların gibi şiirsel güzellikte mi? Uyuduğunu da görmedim, nefes alışın yavaşladıkça uzatır mı ölümü? Koştuğunu görmedim, ağladığını, öfkelendiğini… Saçlarının dalgasını görmedim, ya da topuz yaptığını saçlarını, veyahut annenin şefkatle üzerini örttüğü gibi okyanus saçlarının omzuna döküldüğünü görmedim. Hep gülüşünle mi hatırlayacağım seni? Bu kadar az mı?

Bu satırları yazarken Yılmaz Güney’in, kendisinden 16 yaş küçük olan Fatoş Güney’le aşk yaşadığı sırada Fatoş’a yazdığı dillere destan aşk mektubu geldi aklıma. Mektubu okuduğumda birgün ben de Çirkin Kral gibi güzel bir aşk mektubu yazabilir miyim diye düşünmüştüm zamanında. Anladım, biri çıkıyor ve yazdırıyor işte. Yazan kişi elçi oluyor sadece. Nazım Hikmet’in Piraye’ye yazdıkları da bir o kadar etkiler insanı. Kahretsin, yine aynı yanlışı yapıyorum. Karşılaştırmamalıyım yaşamları birbiriyle. Her insanın yaşamı kar tanesi gibi birbirinden farklıdır. Ama etkilemez mi birbirini bazı dönemlerde? Kar tanesi düşünce bir başka kar tanesinin üstüne, hem onu hem kendini eritmez mi? Ve senin yaşadıkların nasıl da benziyordu benim yaşadıklarıma. Söylediklerin halâ kulaklarımda, hissettim düşürdüğün acıları:

“Kapattın gözlerini,
Şehir yandı,
Çocuk sokaklar indirdi takları,
Islanmış kaldırımlarına,
Parmağından düşen acılar
Sanki benimdi…”

Bir ağaçla, o ağacı kesen balta arasında ne kadar ironik ve dramatik bir ilişki vardır düşünsene. Ağacı kesen baltanın sapı ağaçtan bir parçadır. Sen de o akşam dilinden dökülenlerle kestin ağaçlarımı, ama söylediklerin sanki yaşamımdan parçalardı. Öyle ki söylediklerinin çoğunu yazıya geçirmiştim zaten. İlk’lerin yaşamımızdaki çarpıcı ve vurucu yerini de yazmıştım. Peki niçin ilklerin bedelini sonrakiler ödemek zorunda kalıyor hep?

“Fırtına hayat,
İlk olan
Kurtulur hengameden,
Sonlarda ağlıyordum,
Söndü ferim,
Talih sızladım…”

Ne de güzeldi umut. Halimi görenler değişikliği anlıyorlardı. “Nasıl birisi, anlat” diyorlardı. Ben de soruyla karşılık veriyordum onlara: “Sen hiç mavi bir yanardağ gördün mü?”

Şimdi boş duran sandalyeyle sırdaşlık yapıyorum. Aynı sessizliği konuşuyoruz. Gittiğimiz barlarda yine güzel müzik yapılıyor. Bu kadar melankolik olduğu dikkatimi çekmemişti. Ve şimdi her şey kötüye gidiyor. Bir uğursuzluk var başımda sorma gitsin. Bilgisayarın başına geçiyorum, elektrik kesiliyor. Geçtiğim yollardaki sokak lambaları sönüyor. Kağıt oynuyorum, her el kötü…Kumar ve aşk ters orantılı değil, anlıyorum… Çünkü düştüğü için kırılmaz, kırıldığı için düşer çatıdan buz.

Unutmak için uğraş verdim. Bağlama çaldım, eksik kaldı notalar. Spor yaptım, koştum ki yırtılsın kaslarım, unuttursun diğer acıları, olmadı. Yağmur da yağıyordu üstelik. İşlesin istedim ciğerlerime, doldursun ilhitapla, ciğerlerimde sallanan boşluğu, olmadı. Ders çalışayım kafam dağılır dedim, olmadı. Tiyatroya gittim, en hüsranla biten sonuçtu o. Yanıbaşımda bir nefes eksikti, hem de sol yanımda, boğulacak gibi oldum. Derslerde de durum aynı, toplayamıyorum kafamı. Dersin saatine göre çeşitli yalanlar uyduruyorum: “Birinci ders: Olur o kadar sabah sabah”, “Ee acıktık, olur o kadar, saat kaç?”, “Son saatlerde olur o kadar yorgunluk”… Yalan suçuna sen de ortaksın bilesin. Evde de bir haller var bu sıralar. Sahi ne zaman girmiştin ki evime, yokluğun var şimdi ortada.

Yaşamımızda hiçbir şey için tek gereken kendi kararımız değil. O kadar çok değişken var ki. Şiirlerde sen varsın. Bir sözcüğü çıkarsam, yıkılacak dizeler. Her imge senden iz taşır. Sadece sana ait sözcükler var ve sonlu değil, dolanır atmosferde.

Sokaklarda yürümek de zorlaştı. Nerede eflatun şal bağlamış kadın görsem, dalıyor gözlerim. Sonra hızlandırıp adımlarımı yanlarından geçerek dikkatlice bakıyorum yüzlerine. “Hayır, O değilmiş” diyorum içimden. Özür de dilemiyorum, suçlu değilim. Benim yerine koy kendini. Sevdiğin bir şey gittikçe uzaklaşıyor senden. Uyuyamadığını düşün, ki çok seversin uykuyu. Ya da yeğeninden uzak olduğunu düşün. Öyle bir kabus işte. Bir tek yüzüğün var, teselli bana. Gözüm gibi bakıyorum. Annemi daha iyi anlıyorum şimdi. Anneannemi kaybettikten sonra O’ndan kalan her eşyaya, hatta eski bir kilime bile öyle sarılmıştı ki. Ben de o denli sahip çıkıyorum teninin değdiğine. O günden beri “İyi ki denizi yok Ankara’nın” diye düşünürüm. Yoksa tutamazdım kendimi, atardım kıyısına her fırsatta kendimi, görmek için gözlerini. Sonrası daha fazla ızdırap. “Izdırap çekmeyi bilenler, düşünmeyi unutmayanlardır”

Uzadı mektup belki. Ama son atımım bu, cephanem kalmadı, ve elimden gelen başka bir şey yok. En ideal mektup kaç sayfadır, onu da bilmiyorum zaten. Okullarda her şeyi sınırlandırırlardı. Şimdi de öyle mi? Dilekçe şu şekilde olur, ideal bir mektup şu şekilde yazılır, şu kadar sayfadan ibaret olur. Halbuki okullarda gençlerin akrabasına mektup yazdıracağımıza sevdiklerine yazdırsak?

“Söndürme eskimiş şehrin ışıklarını,
Aç gözlerini,
Öldürme ateşböceklerini…”

Yeni bir yıla giriyoruz. İsanın doğumu değil de ölümü hatırlanmalı bence. Binlerce yıl geçmiş, aklanmadı Yahuda ve dönmedi İsa. Ve halâ bitmedi zulüm. O denli kötü dünya. Ve sen yoksun. Tutunamayanların gittiği izbe, köhne ve ucuz meyhanelerde içiyorum artık. “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi”.

“Dağılın, kukla oynatmıyoruz burada, acı çekiyoruz”.

O akşam yaşamın gerçekliğini gösterdin, ama düş gerek bana. Birleştir düşlerimle yaşamı. “Düşle yaşam arasında bir bağ varsa her şey yolundadır”.

Sevgiyle…

İmza: “Camların buğusuna şiir yazan, uçurumlarda oturan, gökyüzü deniz tartışmasında gökyüzünün tarafını tutan, iflah olmaz bir Mecusi.”

Aralık 2008 sonu
foto:m.korkmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder