ilkincidüşüm|Öyküler

10 Mayıs 2010 Pazartesi

*KASIMDA GÜNEŞ

Hüzünlü bir şarkıya uzun bir taksim geçiyordu sonbahar. Kasımpatı ve ayva çiçekleri hınzır gülüyorlardı. Hava kasımın ağırlını taşıyordu üzerinde. Kasımın ayrı bir ağırlığı olduğunu düşünüyordu diğerlerine göre. Kendisine de hep ağır ve efendi diyorlardı ya belki de kendisiyle özdeşleştiriyordu. Böyle algılanmanın aslında kendisine zarar verdiğini düşünmeye başlıyordu artık. Hafiflik istiyordu insanlar, o da onda yoktu. Kasımın ayrı bir yeri vardı hayatında. Kasımda açmıştı dünyaya gözlerini. Kişiselleştirmişti kafasında onu; sanki canlı bir varlıktı. Adı geçince ayaz, kış, kurumuş yapraklar, bulutlar ve yağmurdan fazlası geliyordu aklına. Bunların tümünü birleştirdiğinde kasım olmuyordu.

Ellerini arkada birbirine bağlamış, karşıya odaklanmıştı. Doğanın resmi büyüleyiciydi. “Kim ne düşünürse düşünsün kış da güzel, ve doğanın diyalektiği”. Cama düşen kirli damlalar dikkatini dağıtmıyordu. Big brother her şeyi gözlüyorsa eğer, kesin yakalanmıştı düşünceleri. Öyle ki birisi bakışlarını karşıdan görse ürkerdi. Kendinden menkul, ufak cinnetler yaşıyordu içinde. Pencerenin önünde duran çayının soğuduğunu dahi hissetmedi, ki çayı çok severdi. Yıllar önce bulunduğu köydeydi aklı. Çalışıp didindiği, didinirken yıprandığı; tahta boyadığı, kilit değiştirdiği, macun çektiği, baca temizlediği köydeydi aklı. Bir tek Türkçe sözcük öğretebilmek için gösterdiği çabayı anımsadı.. Bize hep düşman belletilen, ama aynı türküleri söylediğimiz, büyüsün diye gözümüzü buğdaya aynı diktiğimiz, aynı acıları yaşadığımız komşu köyler, komşu topraklar, komşu sevgililer. İlk kez bu kadar yaklaşmıştı komşu evlere ve köylere. Oysa buğday değil, mayın yetiştiriliyordu artık tarlalarda; komşuluk değil, düşmanlık üretiliyordu. Tavuklarımız birbirine karışmıyordu artık, kız alıp vermiyorduk. Ve sevginin yolu pasaporttan geçiyordu.

Gözleri yalnızlaştığında okulun camından seyre dalardı sınırları. Bakışını köye çevirdiğinde bazen sadece hindileri görürdü. Okuduğu yıllardan arta kalanlar ironik gelirdi; mayınlar ve hindiler. Bir de köy çeşmesinden el arabalarıyla su taşıyan kızları görürdü. Yüzü olmayan kızları, herhangi bir aşkın hep ikinci tarafı olan kızları, yüzüğü olan ama yüzü görünmeyen kızları. Su kadar akışkandı hayatları, dertli ellerinden kayardı. Sevgilerini nasıl yaşadıklarını kimse bilmezdi. Sonra kendine çeviriyordu eleştirilerini. Bir de kendi haline bakıyordu, çıkıp kendi içinden, bir yabancı gibi yandan bakıyordu. Öyle acınası görüyordu ki kendini çoğu zaman, büyük konuşmanın cezasını mı ödüyordu acaba? Büyük konuşmayı seviyordu. Ama ukalalıktan değil, ancak böyle sınırlıyordu davranışlarını. Hindili köyün çocuk düşlerini sınırladığı gibi. Yitmeye namzet bir gençlikte yalnızca şiirle avunacağı yılları yaşayacaktı anlaşılan. Şiir de en acılı zamanlarda yüceleşmez miydi? En güzel şiirler mahpuslarda yazılmamış mıydı?

“Hocam” hitabıyla kendine geldi, arkasını döndüğünde üç öğrencisi gösterişli bir defter uzattı çekingen elleriyle, yüzlerinde mahcup ifade ve güzel gülümsemeleriyle. Hınzır diyebileceği öğrencilerdi aslında, ama sınıf dışında daha bir masum oluyorlardı. Unutturuyordu çocuklukları gençliklerini.

Defteri koltuğunun altına alıp, cama döndü yüzünü. Köyün yaşattıklarından çıkmış, şehrin ortasındaki yere gelmişti algıları. Uğultulu şehirde, camın ardında gri ağaçlar, insanlar-hatta kalabalıklar-, gürültülü otomobiller, kolkola aşıklar, ihtişamlı ve düşkün hayatlar, ucuz kültür kokan sokaklar var. Ne de çabuk geçiyor zaman, ve ne çabuk tüketiyor?

Resmî ağaçların dalları, sararmış yaprakları taşımaktan zevk alıyor mudur acaba? Ne kadar çok şey öğretildi insana: “Yeşermek iyidir, kurumak kötü, yaz iyidir, kış kötü, ısınmak iyidir, üşümek kötü, ilkbahar sonbahardan, ilk olan son olandan iyidir”. Güzel olan hep güzel, çirkin olan hep çirkin değildi işte, birbirini doğuruyordu iyi ve kötü, güzel ve çirkin. Yapraklar sararmıştı, ama sarı değildi ezelden. Ve yalnızca uclarının sarardığına dikkat etti. İnsanlar gibi, dış kısımları sarı-hatta kahverengi-, içte kalan kısımlarda “bir umut” yine de… Bir kez ışığı görmesi yetecek, bir kez ışık… Tekrar “merhaba” diyecek. Evlere yöneltti bakışını sonra. Her pencerede ayrı bir hayat, ayrı ömürler. Her ev hayata kapanan bir balkondu. Sanki her ev bir fırtınayı bekliyordu ve aniden patlayacaktı. Savrulacaktı camlar, hayatlar gibi.

Bazen ayrı düştüklerini, farklı düşüncelere savrulduklarını görüyordu. Her gözde farklı dünyalar, farklı sevgiler, farklı öfkeler. Her birini anlamak, her biriyle uyuşmak, ama kendini değiştirmeden… Zorluğu buradaydı işinin. Hep anlayan, hep veren, hep dinleyen. Oysa daha kendisi uyuşmuyordu ki toplumla… Toplumla uyuşmadan nasıl uyuşabilirdi onlarla? Onlar da bir parçası değil miydi bu bütünün? “Anda yan yana durduklarınla, aynı olmamanın sancıları olur elbet. Ülkeyi, emeği, sevgiyi ve geçmişi öğretmek, ülkeyle, emekle, sevgiyle, geçmişle öğretmek. Tahir’in Zühre’ye ve bilime aşkını, İnce Memed’in dağ sırtlarında çapraz tüfek duruşunu, Karayılan’ın Fransız’a attığı kurşunu, Bedrettin’in sürgün düşlerini, Cem Sultan’ın kardeşliğini, Horasanlı’nın isyanını, Luther’de çırpınışın çıplaklığını, Galile’nin bilimsel inadını ve özgür düşünceyi öğretirken yitmek de var. Yaşanmış masalları yaşatırken büyük gemiler gibi batmak.

Akşam en sona bıraktı deftere bakma işini, çünkü merak ediyordu. Yatmadan önce beş on sayfa bir şeyler okumak en büyük zevklerinden biriydi. O gün kitap okuma zamanını, defterde yazılanları okumaya ayırdı. Hem de aynı tümceyi defalarca okuyarak. İlk kez dolu dolu içine çekti bir yazıyı. İlk ağızdan, ilk mahcubiyetten, ilk cesaretten, ilk ve kirlenmemişleri. Yazılanlardan-kazılanlardan- anladı ki, onlar kadar güzel gözlerle bakmıyordu hiç kimse. Bütünün içinde olup da kirlenmemek nasıl olurdu ki? Doldurdu beyninin hücrelerini okuduklarıyla. Daha binlercesine taşıyacaktı biriktirdiklerini. Tiyatrocusuna, sporcusuna, öğretmenine, yazarına, çizerine, ama suskununa da, tedirginine de, taşıyacaktı beslendiklerini. Birinden aldığını bir diğerine taşıyacaktı.

Güç istiyordu hayat çoğu zaman. Oysa şehir ve kalabalık boğuyordu düşüncelerini. Her kavgadan yorgun dönüyordu, yine de kavgaya dönüyordu ayakları. Zorlama diyorlardı, değiştiremezsin; konuşma diyorlardı, dinletemezsin; sırtlanma diyorlardı, taşıyamazsın. Oysa sabah olduğunda, yıldızların bahçesine girdiğinde o da parlıyordu yeniden. Anka kuşu gibi doğuruyordu varlığını sabah, umudunu yeşertiyordu güneşe dik bakan ayçiçekleri gibi.

“Bahçede bir avuç çocuk… En çocukların daha parlaktı gözleri. Gülsüm dediler, güldükleri şiirli güldürülere. Güzel duygularla oluşturmuşlardı arkadaşlıklarını. İçlerinden ne geliyorsa öyle söylediler söylencelerini. “Sus” değil “konuş”tu sevginin ön şartı. Mesut ilkokul şiirlerindeki saflığa hep yakın durdular. “Ne mutlu bahçeliyim diyene” dediler, güneşler bahçesinde. Yan bahçedekiler de uyandı güzel kahkahalarından. Bahçeye döktükleri kırıntıları derin izler bıraktı hayata. Kurtardılar zamanı kısır döngüsünden, çevirdiler insana. Hep uzun yazamayız dediler, ama uzundu içlerinden geçenler. Uzun bir demiryolu hattının vuslata ulaşması gibi ümitleri tatlı sonuçlara bağladılar”.

Defterde yazılanları tekrar tekrar okuduğunda hazır ol vaziyetteydi zihninde düşünceler. Berhava oldu önündeki sis. Gözlerinde çınladı sözler, titretti şakağını… Defteri bıraktı, yatağından doğruldu. Kalemini eline aldığında yazacağı ilk tümce aklındaydı: “Hüzünlü bir şarkıya uzun bir taksim geçiyordu sonbahar”. Gözü yatağın kenarında duran deftere takıldığında son tümcesini de bulmuştu: “Yıprandım evet, ama herkesten fazla değil. Boğulmak da var bazen, yakamozlu denizlerde. Üşümek de var, ısınmak da. Isınmak da güzel kasımda doğan güneşle”.


foto:m.korkmaz

*KÜSGEÇMİŞ

İnsan özgeçmişini anlatmaya aşklarından başlamalı. Ne kadar büyüdü aşklar, ne kadar büyüttü, neler yaşattı, ya da nelerin yaşanmasına engel oldu? İnsanı anlamlandıran şeylerden biri değil midir aşk? Yazdıran, iyi veya kötüyü ama en azından duyguyu yaşatan, güldüren, ağlatan, yürüten ve durduran.

-İyi günler, iş başvurusu için geldim.
……………
Peki bahsedeyim kendimden…

“İlk ve orta aşkımı ilkokul yıllarımda yaşadım. Şimdiki gibi birleşik değildi ilklerle ortalar. Yaşadım dediysem de hayalde işte, anlayın. Kovalamaca oynardık okul bahçesinde, önlüğünün kemerinden ya da saçından tutsam yeterdi mutluluğuma. Ben onu ebelerken hayal gerçeği ebelerdi. Öğretmenimin adını unuttum, onunki hala aklımda. Bembeyaz çorap giyerdi, mavi önlüğüne çok yakışırdı. Papatyalara benzetirdim duru güzelliğini. Çalışkandı da… İstese leblebi tozlarımın ve pamuk şekerlerimin hepsini verirdim. Müsamerede şiir okumayı onun için kabul ettiğimi bilmezdi. Çocuklar söylemezdi o zamanlar böyle şeyleri.

Sonra lise aşklarım oldu. Lise yenilgilerimi Diyarbakır’da yaptım. Mahrum ve mahcup aşklardı onlar. Akasya kokuluydu. Birileri birilerini öldürürdü, ben birilerini severdim. Rakı ya da birayla arkadaş ortamında daha da alevlenirdi duygular. Yüksekokulda yüksek düşüşler yaşadım. Gerçek hayali ebeliyordu artık.

Sonra beş yıl ara verdim öğrenimime. Ankara’da döndüm hayata. Arkadaşlarım ısrarcı oldular hayallerime dönmem konusunda. Döndüm, başarılıydım da ilk zamanlar. Mavi hayaller kuruyordum yine. Yüzlerce kilometre ötede kalmıştı bir yanım. Ama nereye gitsem onu da götürüyordum yanımda. Bir zaman sonra kendim bıraktım okumayı, kızdım da kendime ama olmadı işte. İnsanın kendiyle hesaplaşması kadar öldürücü bir şey yok. Kovuğu oyulmuş ağaçlar gibi. Aşkın kökleri yerin derinliklerinde, ama içten içe oyulmuş. Kabullendim tabii, başka ne çare? Anladım ki aşkı beceremiyorum. Bu yenilgim üzerine amentümü yazdım.

Düşün üstünlüğüne son inanışımda sanki tüm söylediklerimi ve yazdıklarımı düğüm düğüm denize atmışım da dalgalar almış götürmüş onları. Öyle bir heba duygusu var ki şimdi içimde. Orada açılsa n'olur, açılmasa ne? Söyleyeceklerimin hepsini söylemiş de tükenmiş gibiyim. İzahsız kaldım sanırım, izansızlığın üstüne.

Askerliğimi yedek çocuk olarak yaptım. Orta derecede yabancılık çekiyorum hayata. Sevip de ayrılmamanın temel eğitimi, platonik aşkların temelsizliği, öfke üretimi konularında kurs ve seminerlere katıldım. Yaşadığım yenilgilerim tutunamayanların okuduğu bazı dergilerde yayımlandı. Hobilerim arasında kışın otobüslerin buğulu camlarına şiir yazıp kaçmak, “ubor-metenga” yazıp bilmediğim adreslere postalamak, mavi konusunda gökyüzüne yapılan haksızlığın edebî sebeplerini irdelemek, yaşanmamış sokakların lambalarını söndürmek, ağustos böceklerini seyretmek, ateş böceklerini dinlemek, arayıp da ulaşamadığım kişilere aczen daha sonra tekrar deneyip ulaşmaya çalışmak, pencerelere bakarak ardındakileri anlamaya çalışmak, her adım bir vuruluşa denk gelecek şekilde şarkılar söyleyerek yürümek ve sözcükleri yine anlamlı olacak şekilde içime geldiği gibi parçalamak vardır.

En sevdiğim renk şiirdir, en sevdiğim yemek güven, ne kadar yesem doymam. Öfkeli olduğumda üç Can Baba, bir Nazım okurum. Nicele değil, Nietzsche’ye bakarım. Sigara içmem, rakıya az su katarım. İşsiz olmak hoşuma gidiyor ama alay ediyorlar. Bir de entelektüel ayaklarını bırak diyorlar, ayaklarımla uğraşıyorlar ama sorun başımda benim, bilmiyorlar.

Beni ciddiye ve işe alırsanız sevinirim patron…”

Adres: Sokakçocuğu Sokak
Mahsus Mahal mahallesi
Haymatlos Diyarı
Tarih: Dünyanın ay çehresinde üçüncü tur dönüşü
H.Ozan Uyumlu

foto:m.korkmaz

*“SEN HİÇ MAVİ BİR YANARDAĞ GÖRDÜN MÜ?”

Bu yazı ya da mektup, batmaya yüz tutmuş bir geminin son çare atmasıdır yüklerini sırtından denize, sana…Atmasa batacak…

Çiçek gönderdim sana. Umarım beğenirsin. Kır çiçeklerinin doğallığını mı seversin, güllerin asaletini mi, bilemedim. Hem doğalsın, hem asil. Özgürlükçü bir doğa, dikbaşlı bir asalet. Bunları söylediğime bakma, iyi tanımıyorum seni. Sanki yıllardır gözlerinin içine düşüyorum ama çoğu özelliğini bilmiyorum. Örneğin el yazını görmedim daha. Dikbaşlılığın ve cesaretin gibi dağınık mı, saçların gibi şiirsel güzellikte mi? Uyuduğunu da görmedim, nefes alışın yavaşladıkça uzatır mı ölümü? Koştuğunu görmedim, ağladığını, öfkelendiğini… Saçlarının dalgasını görmedim, ya da topuz yaptığını saçlarını, veyahut annenin şefkatle üzerini örttüğü gibi okyanus saçlarının omzuna döküldüğünü görmedim. Hep gülüşünle mi hatırlayacağım seni? Bu kadar az mı?

Bu satırları yazarken Yılmaz Güney’in, kendisinden 16 yaş küçük olan Fatoş Güney’le aşk yaşadığı sırada Fatoş’a yazdığı dillere destan aşk mektubu geldi aklıma. Mektubu okuduğumda birgün ben de Çirkin Kral gibi güzel bir aşk mektubu yazabilir miyim diye düşünmüştüm zamanında. Anladım, biri çıkıyor ve yazdırıyor işte. Yazan kişi elçi oluyor sadece. Nazım Hikmet’in Piraye’ye yazdıkları da bir o kadar etkiler insanı. Kahretsin, yine aynı yanlışı yapıyorum. Karşılaştırmamalıyım yaşamları birbiriyle. Her insanın yaşamı kar tanesi gibi birbirinden farklıdır. Ama etkilemez mi birbirini bazı dönemlerde? Kar tanesi düşünce bir başka kar tanesinin üstüne, hem onu hem kendini eritmez mi? Ve senin yaşadıkların nasıl da benziyordu benim yaşadıklarıma. Söylediklerin halâ kulaklarımda, hissettim düşürdüğün acıları:

“Kapattın gözlerini,
Şehir yandı,
Çocuk sokaklar indirdi takları,
Islanmış kaldırımlarına,
Parmağından düşen acılar
Sanki benimdi…”

Bir ağaçla, o ağacı kesen balta arasında ne kadar ironik ve dramatik bir ilişki vardır düşünsene. Ağacı kesen baltanın sapı ağaçtan bir parçadır. Sen de o akşam dilinden dökülenlerle kestin ağaçlarımı, ama söylediklerin sanki yaşamımdan parçalardı. Öyle ki söylediklerinin çoğunu yazıya geçirmiştim zaten. İlk’lerin yaşamımızdaki çarpıcı ve vurucu yerini de yazmıştım. Peki niçin ilklerin bedelini sonrakiler ödemek zorunda kalıyor hep?

“Fırtına hayat,
İlk olan
Kurtulur hengameden,
Sonlarda ağlıyordum,
Söndü ferim,
Talih sızladım…”

Ne de güzeldi umut. Halimi görenler değişikliği anlıyorlardı. “Nasıl birisi, anlat” diyorlardı. Ben de soruyla karşılık veriyordum onlara: “Sen hiç mavi bir yanardağ gördün mü?”

Şimdi boş duran sandalyeyle sırdaşlık yapıyorum. Aynı sessizliği konuşuyoruz. Gittiğimiz barlarda yine güzel müzik yapılıyor. Bu kadar melankolik olduğu dikkatimi çekmemişti. Ve şimdi her şey kötüye gidiyor. Bir uğursuzluk var başımda sorma gitsin. Bilgisayarın başına geçiyorum, elektrik kesiliyor. Geçtiğim yollardaki sokak lambaları sönüyor. Kağıt oynuyorum, her el kötü…Kumar ve aşk ters orantılı değil, anlıyorum… Çünkü düştüğü için kırılmaz, kırıldığı için düşer çatıdan buz.

Unutmak için uğraş verdim. Bağlama çaldım, eksik kaldı notalar. Spor yaptım, koştum ki yırtılsın kaslarım, unuttursun diğer acıları, olmadı. Yağmur da yağıyordu üstelik. İşlesin istedim ciğerlerime, doldursun ilhitapla, ciğerlerimde sallanan boşluğu, olmadı. Ders çalışayım kafam dağılır dedim, olmadı. Tiyatroya gittim, en hüsranla biten sonuçtu o. Yanıbaşımda bir nefes eksikti, hem de sol yanımda, boğulacak gibi oldum. Derslerde de durum aynı, toplayamıyorum kafamı. Dersin saatine göre çeşitli yalanlar uyduruyorum: “Birinci ders: Olur o kadar sabah sabah”, “Ee acıktık, olur o kadar, saat kaç?”, “Son saatlerde olur o kadar yorgunluk”… Yalan suçuna sen de ortaksın bilesin. Evde de bir haller var bu sıralar. Sahi ne zaman girmiştin ki evime, yokluğun var şimdi ortada.

Yaşamımızda hiçbir şey için tek gereken kendi kararımız değil. O kadar çok değişken var ki. Şiirlerde sen varsın. Bir sözcüğü çıkarsam, yıkılacak dizeler. Her imge senden iz taşır. Sadece sana ait sözcükler var ve sonlu değil, dolanır atmosferde.

Sokaklarda yürümek de zorlaştı. Nerede eflatun şal bağlamış kadın görsem, dalıyor gözlerim. Sonra hızlandırıp adımlarımı yanlarından geçerek dikkatlice bakıyorum yüzlerine. “Hayır, O değilmiş” diyorum içimden. Özür de dilemiyorum, suçlu değilim. Benim yerine koy kendini. Sevdiğin bir şey gittikçe uzaklaşıyor senden. Uyuyamadığını düşün, ki çok seversin uykuyu. Ya da yeğeninden uzak olduğunu düşün. Öyle bir kabus işte. Bir tek yüzüğün var, teselli bana. Gözüm gibi bakıyorum. Annemi daha iyi anlıyorum şimdi. Anneannemi kaybettikten sonra O’ndan kalan her eşyaya, hatta eski bir kilime bile öyle sarılmıştı ki. Ben de o denli sahip çıkıyorum teninin değdiğine. O günden beri “İyi ki denizi yok Ankara’nın” diye düşünürüm. Yoksa tutamazdım kendimi, atardım kıyısına her fırsatta kendimi, görmek için gözlerini. Sonrası daha fazla ızdırap. “Izdırap çekmeyi bilenler, düşünmeyi unutmayanlardır”

Uzadı mektup belki. Ama son atımım bu, cephanem kalmadı, ve elimden gelen başka bir şey yok. En ideal mektup kaç sayfadır, onu da bilmiyorum zaten. Okullarda her şeyi sınırlandırırlardı. Şimdi de öyle mi? Dilekçe şu şekilde olur, ideal bir mektup şu şekilde yazılır, şu kadar sayfadan ibaret olur. Halbuki okullarda gençlerin akrabasına mektup yazdıracağımıza sevdiklerine yazdırsak?

“Söndürme eskimiş şehrin ışıklarını,
Aç gözlerini,
Öldürme ateşböceklerini…”

Yeni bir yıla giriyoruz. İsanın doğumu değil de ölümü hatırlanmalı bence. Binlerce yıl geçmiş, aklanmadı Yahuda ve dönmedi İsa. Ve halâ bitmedi zulüm. O denli kötü dünya. Ve sen yoksun. Tutunamayanların gittiği izbe, köhne ve ucuz meyhanelerde içiyorum artık. “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi”.

“Dağılın, kukla oynatmıyoruz burada, acı çekiyoruz”.

O akşam yaşamın gerçekliğini gösterdin, ama düş gerek bana. Birleştir düşlerimle yaşamı. “Düşle yaşam arasında bir bağ varsa her şey yolundadır”.

Sevgiyle…

İmza: “Camların buğusuna şiir yazan, uçurumlarda oturan, gökyüzü deniz tartışmasında gökyüzünün tarafını tutan, iflah olmaz bir Mecusi.”

Aralık 2008 sonu
foto:m.korkmaz

*SESSİZ GEMİLER

Durumun vahametine uygundu diye düşündü hava. Sanki gökyüzündeki bütün pus, ciğerlerinden boşalmıştı yukarıya. Tek tük yağmur damlası düşüyordu üzerine. Uğultunun içinde hiçbir ses ayırdedilemiyordu. Gemiler sessiz, insanlar sessiz, otomobiller sessiz, yalnızca uğultu vardı koskoca şehirde. Paltosunun grisiyle Nuri Bilge Ceylan’ın herhangi bir filminden çıkmış yitik bir insan görüntüsü veriyordu. Bilinçli yapıyordu bunu. Sinema filmleri ve romanlardan etkilendiğini inkâr etmiyordu. Günlerdir hayatında bugün gerçekleştireceği değişikliği tasarlıyordu. Acaba her şeyin hesabını yapmış mıydı, eksik kalan bir şey var mıydı? Mekân olarak her ne kadar boğaz kıyısında olsa da salaş bir aile bahçesini seçmiş, gösterişli olmayan kıyafetler giymiş, saatini koluna takmıştı. Bir tek külleri koyacağı bir kavanoz getirmemişti, boğaza mı savuracaktı arda kalanları? Ah, bu boğazın bir dili olsa da anlatsa boğazını düğümleyenleri, hayat kaynağının nasıl mavi bir ölüme dönüştüğünü. Keşke gri yerine beyaz manto giyseydim diye düşündü bir an, bu düşüncesinden vazgeçmesi çok çabuk oldu. Olayı daha da trajik hale getirmenin bir anlamı olmayacaktı. Hep toplum suçlu olacak değildi ya, “Sen suçlusun” dedi, “Kurtulamazsın”. Acaba sesli mi düşünüyordu bunları söylerken kendine? Düşündükleri bir bulut halesi gibi kafasının üstünde duran çizgi film kahramanlarının çıplaklığı geldi aklına. Yanından geçen insanlara baktı, yüzlerinde herhangi bir tebessüm ifadesi yoktu, gerçi somurtmuyorlardı da, farklı bir anlam ya da anlamsızlık denilebilirdi ancak. Belki de istediği bu insanlar gibi normal olmaktı, mutlu ya da mutsuz değil. Her akşam elinde poşetlerle aynı yoldan evine giderken, salatanın yerli domatesle ne kadar lezzetli olacağını, akşam seyredeceği filmin hangi kanalda çıkacağını, evin durağa ve markete yakın olmasının verdiği memnuniyet duygusunu düşünebilseydi keşke. Kendisi gibi insanlar olmalıydı doğada, her şeyin bir ikincisi olurdu, doğa bu kadar renksiz olamazdı ki. Ya da, az da olsa yaşadıkları güzel şeyler geri gelmeliydi? İkinci bir şans. Yanıtı okuduğu bir romandan buldu: “İyi şeyler çabuk gerçekleşir”. Evet geri gelseydi zamanında olurdu, gelmez artık beklenen. Yalnızlık duygusu sardı yine içini. Nasıl oluyor da bilmem kaç milyarlık dünyada yalnız hissediyordu kendini. Sigara paketi çıkarırcasına hüzünle, cebinden çıkardığı küçük not defterine bir şeyler yazdı: “kalabalıklar içindeyim / ve kimse tutmuyor elimi / neden kanatlarım yok?”

Sürekli saatine bakıyordu, beklediği kişinin dakik olduğunu biliyordu. Randevu zamanına iki dakika kala durağa yanaşan otobüsten inen kadın kendine doğru yürümeye başladığında, kadının güzelliğiyle ilgili kanaatinin bir kez daha hatta son kez doğru olduğunu anladı. Mesafe azalınca, boynundaki kırmızı şalın, güzel yüzünü daha da beyaz yaptığını gördü. Güzeli de sevemiyordu işte. Yine de bir heyecan vardı içinde. Ne garip, ayrılıkta da ilk görüşmedeki gibi heyecan duymak! Aynı şey miydi acaba? Günlerdir bilinçli olarak uzak durduğundan kadın hissetmişti olacakları. Yere bakarak yürümesinden anlamıştı. “Kadınlar sezmesini ve beklemesini bilirler”. “Yine romanlar, yine romanlar. Bu romanlar değil mi sana her gün ılık ılık zehri şırınga eden?” Okuduklarından pişmanlık duyduğu çok oluyordu. “Bir sayfanın bitmesi kadar kesik yaşandı, sayfayı çevirdiniz, bitti her şey”.

Denize yakın bir masaya geçtiler. Garsona “çay” dediler. Adam ellerini birbirine kenetledi, güç almak istiyordu ellerinden. Soğuk bir “nasılsın”a, sadece “iyiyim” dedi kadın, sormadı adamın durumunu. Havanın ne kadar kötü olduğundan bahsettiler.

Çaylar geldi. Adam bu kez ellerini bardağa sardı sıkı sıkıya. Sıcağını alıyordu üstüne. Yutkundu ve anlatmaya başladı. Yine “Sen iyisin, ben kötüyüm”le başladı sözlerine, bundan öncekiler gibi. Kadın “Hayır” dedi, “İyisin sen de, zaten güzellik benim için hiç uzun süreli olmadı, bilmeliydim ve başlamamalıydı yarım, iki iyi bir aşk etmiyor”. Bu konuda aynı düşünmeleri ürkütücüydü, ayrılığın acısını artırıyordu, birbirine benzerlerin ayrılması, siyam ikizleri gibi. İki savaşçı da kendi kendisine yüklüyordu yenilginin suçunu. Kadının pişmanlık içeren karşılığı, adamın sözlerini uzatmasına sebep oldu. Oysa bir anda başlayıp, hiç durmadan ve karşılık beklemeden bitirmeyi planlıyordu.

Durumu daha da zorlaştırmadan bir an önce sonu getirmek isteyen adam gökgürlemesi gibi birden tüm acılarını ceplerinden boşalttı:

“Her öykünün bir öncesi varsa, kelepçelerin var demektir. Atlar senin tarafını tutmaz. Tutar hislerini yenilgilerin, kendi sırtını yere vurduğun yerde. Evet, artık seninle yapamıyorum, ama yine de “birtanem” diye bitiriyorum sözlerimi. Bu da mı suç? Peki ya doğa, doğanın sadeliği ve eli kırbaçlı efendiliği? Ayrılıklar da zorunluluktur sonuçta. Bırak beni kendi halsizliğime. Mukaddes cilt yoktur, önünde sonunda parçalanır. Hatta ben hiç mukaddes olmadım, parçalanan paçavralarımdı. Unut! Unutmanın da kâğıt üstü bir tarifi yapılır nihayetinde, vardır ki yapılır.

Anladım ki öyküler, öykünmeymiş öncekine. Beyaz olana, çakır olana, nazenin olana. Anladım ki hep ilk kalırmış, sonrası yok. İlkokulda ilk hayal, ilk öpüş, ilk yolculuk bekleyene, ilk yaptığın sakarlık belki. İlkinci yürüdüğün, ilkinci gördüğün güneş, ilk kar, uykusuz gecenin ilki, ilk şemsiyesiz yağmur, gizem, kırmızı ve şarabın ilk sarhoşluğu. Yapamıyordum işte, kahretsin kesilmiyordu nefesim seninle. Şarkıdaki gibi, gemiler hep gizlice geçmeliydi yüreğimden. Açıktan açığa geçtiği zaman olmuyor, boğuluyorum, bitiyor sihir. Gizlice kalkmalı ve sessiz, benden bile habersiz, çiğin yaprağa düşmesi gibi, arının çiçek toplaması gibi, kimse görmeden. Sessiz gemilerin gideceği liman bilinmemeli. Kaptanın seyir defterinde rota değil, dalgaların rengi, martıların simit öğünleri yazılmalı, bir de o şarkının sözleri: ‘Ve ben artık seninle yapamıyorum / Birtanem, elimde değil / İstesem de yapamıyorum.’

İnan, çok istedim kurtulmayı, beni içine çeken bu girdaptan. Psikolog kurtarabilir mi yüzme bilmeyen insanı? Psikolog değil, şarapçı lazım bana. Ağzımız kekre, peltek ve sulu sepken birlikte söveceğimiz bir ayyaş lazım bana. Gocuklarımızda bit, alnımızda kir, ayaklarımız çapraz, birlikte batacağımız bir şarapçı. Celladına tapan günahkarlar gibi, ateşe tapan Mecusiler gibi, yok edicisine daha da sarılmak. Büyük gemilerin batması gibi, daha hızlı ve sessiz. Bir balıkçı bulurdu sabaha bizi, ceplerimdeki güllerden tanırdınız, alıp alıp veremediklerimden. Saçlarım yosun, ellerim kum, gözlerim yakamoz. Ve ben artık seninle yapamıyorum. Affet beni!”

Çay bahçesinden çıkıp, şehrin uğultusuna doğru yürürken adam, kendini hissiz bir cellat gibi hissetti, ağacı kökünden kesen bir hızar, ellerini açmış bir baloncu gibi… Bulutlar hala tek tük atıyordu damlalarını. Oysa geride kalanın gözlerinde öyle bir buğu vardı ki büyük bir fırtınayı haber veriyordu. Adam, kadın ve boğaz kıyısı bir daha buluşmadılar.
ilkgüzün
isa öleli 2008 oldu çünkü her doğum karnında bir ölüm taşır
hüznün anakarasında
Hüseyin Ozan Uyumlu

*UÇURUM

Çağa ayak uydurmayan (uyduramayan değil!) ve hiçbir zaman baş olmayacak insanlar, içlerinde ve sırtlarında bir uçurumla gezerler gri kalabalıklarda. Uçurumu içinde yüklenmiş, uyumsuz görülen insanlar bir baltaya ve saplantıya sap olmayacaktır. Ama saplantılıdır düşünceleri, ararlar hep aynı şeyleri. Yüklemi anlamlandırılamayan, anlaşılmayan insanlar -ki bazılarına göre deliler-, elinin tersiyle itilmelidir. Toplum ve mitoloji düşmanıdır onlar. Oda soğukluğunda saklanmalı, tekzip ve ikna edilmeli, çoluk-çocuktan uzak tutulmalıdır. Ahmed Arif diyordu ya “Buyruk kesindi / Gayrı gözlerini kör sürüngenler / Yüreğini leş kargaları yesindi”.
Sökülür hayat, sökülür düşlerim, sökülür öfkem. Tüm hayatını, ait olmadığın bir dünyada geçirmeyi düşünmek oldukça sıkıntılı bir düşünce. Çekip gitmek geliyor bazen içimden, korkuyu beklemek yerine beyaz mantomu giyerek. Boğaz kıyısında rakı ve balık benim değil, çocuk parklarında gıcırdayan salıncaklar, geceden sabaha hesapsız çevrilen oyunlar, bebek kokusu benim değil. Sarhoş barlarda söylenen türküler, ayışığı, yakamoz ve ılık rüzgâr bana değil. Benim değil, ellerinden sökülmüş bir hayat ve bilgeler yapmıyor uçurumdan sarkmış bir kafirin yapı-sökümünü.

Birbirine sırt dönmüş, aslında kendisine dönmüş iki yamacın kıyısında duygulanır paçavradan bir bayrak. Bekleyen bir gururun simgesidir artık. Uçurum denince hep iki varlık gelir ya insanın aklına; uçurum hep ikidir aslında. Tercih ve zorunluluk, başlangıç ve son, düşmek ve umut, heyecan ve korku, geri dönüş ve hesaplaşma. Peki ya gururun karşısında hangi seçenek vardır? Diple gök arasında, arzla ufuk arasında, öyle bir uçurum ki söyletir lâl korkuları. Nietzsche’nin aklını, Şeyh Bedrettin’in hakikatini, Dante’nin araf’ını konuşturur. Cahit Sıtkı Tarancı’nın 35’inde, Nilgün Marmara’nın 29’unda, Sylvia Plath’ın 30’unda düştüğü büyük çukurdur. Yitiren ve yaratan çukur. Uçurum ki insanı ve toplumu tercihe zorlar. Böyle zamanlar doğurur varoluşu, arzuyu, hakikati, ölümü, doğumu, çığlığı, yazıyı ve şiiri. Devinim ve devrimler, bir yarılma sonrası oluşmaz mı? Şiirler, insanın ikiye asitmetrik ayrılması değil midir?

Yalom’un Nietzsche’yi üstinsanlıktan aforoz ederek insanlaştırdığı “Nietzsche Ağladığında” romanında, o daimi yalnız adam, stresinin ve baş ağrısının sona ermesi için yapılacak tedaviyi reddediyordu. Çünkü bunlar, onu kendisine, hakikate ve yazmaya götürüyordu. Doğum sancısıydı baş ağrısı. Bir kırılma noktasının üstündeysem kendi içimde, otururum uçurumun başına, hezeyanlarım çığlığa döner. Tuttursam (birleştirsem) hayal kırıklarımı birbirine kaç uçurum çıkar, bilinmez. Birçok kez yardan geçtim. Üzüldüğümde bazen sahile gitme arzusu doğdu içimde. Bu satırlar hatırlattı sahilin niçin rahatlattığını? Denizin kıyısı da bir uçurumdur. Ve kumdan bir girdapla sudan bir girdap arasında fark vardır. Gitmek ya da kalmak, ağlamak ya da yazmak, boğulmak ya da boğmak, unutmak ya da kaydetmek tarihe…

En tepedeyim, ama en soluksuz ve parantezsiz. Kafasında matkapla açılmış bir delik, yüreğinde tıkanmış bir damar, parmağına dolanmış bir acısı olanlarla sökelim düşlerimizi, öfkelerimizi, sözlerimizi çorap söküğü gibi. Yeter yalnızlığımız, bu dünya bizim değil, ama bizim uçurumların hepsi.

Herman Hesse “Her başlangıç bir büyü gizler, bizi korumayı ve yaşamamıza yardım etmeyi bilen” der. Akılla yürek, beyinle dil, değerle kabul arasında kalanlar; Dünya’nın tüm uçurumlarındakileri birleşin ve yeniden başlayın!
foto:m.korkmaz

*AŞKLA…

- Çadırkentlilere -

Tedirgin yolculuklar yaşadık. Yolboyu aklımızdaydı geride bıraktıklarımızın yüzleri, fakat geri dönmek hiç geçmedi aklımızdan. Onurlu bir kavgaya girerken hüzün duymamalıydı insan. Hiçbir bayramda yeni kıyafet giydiremediğimiz, karne zamanı bisiklet alamadığımız, döner yediremediğimiz; ama sevgide kusur etmediğimiz çocuklarımızın geleceği için yola düşmüşken; doğruluğu, adaleti, eşitliği ve emeğin kutsallığını yaşatmak için mücadele etmeliydik. Aynı otobüste beş kişiydik, yolun sonunda milyonlar olmaya gidiyorduk. Yolda ara ara birbirimize bakıp güç tazeliyorduk.

Ankara’ya indiğimizde kışa nazaran güzel bir hava karşıladı bizi. Çoğumuz daha önce hiç görmemişti başkenti. Görenler de yalnız hastanelerini görmüştü zaten. Çileli günleri akla getirirdi Ankara. Bu kez de seyreyleyemeden doğrudan çadırkent’e girdik. Buranın havası daha da ılımandı. Siyasi gündem, sıcaklığını buradan almış olmalıydı. Alana ilk girdiğimizde ekmek arası öğün dağıtıyordu arkadaşlar. Yüzlerce kişiye yemek dağıtılıyordu ve hiç kargaşa çıkmıyordu.

Birçok memleketten işçi var burada: Malatya, Adıyaman, Bitlis, Denizli, Manisa, Tokat, Diyarbakır… Hiç yabancılık çekmiyoruz, kâh kolkola üçayak halay çekiyoruz, kâh horon tepiyoruz, kâh iktidara efelenip “Kerimoğlu Zeybeği”ni dinliyoruz. Ziyaretçilerimiz de var. O kadar renkli oluyor ki sohbetler. İlktir aynı dili konuşuyoruz. Öğretmeni, esnafı, üniversite hocası, sendikalısı, partilisi, belediye emekçisi, işsizi, emeklisi, birçok kesimden insan akın akın ziyarete geliyor. Hele öğrenciler… Hiç yalnız bırakmıyorlar bizi, heyecanlarıyla hep güç katıyorlar, kafiyeli ve ritmli zekâ ürünü sloganlarıyla, söyledikleri marşlarla, çektikleri halaylarla hep gözümüzün önündeler. Çadırkentin çiçekleri onlar. Yani burada var olanlar dünyayı var etmek isteyenler, Yılmaz Güney’in sözlerindeki gibi bir arada:

“Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili. Biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık çünkü. Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı. Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk. Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili. Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aradığını aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. Yaşamak ne güzeldir be sevgili. Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek. Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın.”

Mesai çıkışları daha da kalabalık oluyor sokağımız. Panayıra dönüyor ortalık, her çadırdan farklı bir enstrüman sesi yükseliyor: klarnet, darbuka, bağlama, gitar… Bidonlarda yaktığımız odunlar alıyor gecenin karanlığını. Gecemizin gündüzümüzden farkı yok zaten. Şarkılar yine var, komşularımız yine dolaşıyor, dostlarımız yine aramızda, yine horon tepiyoruz, yine “Metris’in Önü”nü söylüyoruz. En çok bu türküden içleniyoruz herhalde.

Çadırlar yan yana hücreler gibi, sırtımızla ısıtırız birbirimizi hücrelerimizde, balyaları taşıdığımız kamburumuzla. Ellerimizle selamlarız yeni keşfettiğimiz dostlarımızı, nereden bilirdik hep yanımızdaymış onlar aslında. Aslında her birimiz üzüm tanesiymişiz yan yana, bir salkımda, nereden bilirdik? Koparsalar daldan salkımı, hep birlikte çürürmüşüz, nereden bilirdik? Bazı arkadaşlarımız eşleri ve çocuklarının fotoğraflarını asmış görüş gününü sabırla bekleyen mahpuslar gibi. Burası bizim evimiz. Kim demiş çadırlarımızın kapısı yok diye. Her çadırın kapısı aynı güzel hayata açılır, “gecelerinde aç yatılmayan dünyaya”…

Günlerdir buradayız. Belki aylarca sürecek kavgamız. Aynı sokakta bekleriz adaleti. Sokağın asıl sahipleri; belediye işçileri, esnaflar, bar emekçileri, büfeciler, otoparkçılar hep hoşgörü gösterdiler bize. Hatta mekânlarını ellerinden aldığımız şarapçılar hoşgörü gösterdiler de duvarlarını ördüğümüz, evinde ışığını yaktığımız, kemiklerini ısıttığımız, yollarda sırtımızda taşıdığımız, tarlamızdan sofralarına ekmek gönderdiğimiz ağababalar hoşgörü göstermediler. Reva mı?

Şimdi kış, şimdi yoksul ağaçların kurak dalları bıçak gibi kesiyor çisentiyi, şimdi tozdan damlalar yapışıyor yüzümüze, şimdi kar çağırıyor serçelerin sessizliği. Olsun…

Aşkla girdiğimiz kavgada “kurtuluş çayımız olsun”…

Hüseyin Ozan Uyumlu
24 Ocak 2010- Ankara